Yukarı Çık

Yeterince İyi” Kavramının Vaatleri ve Tehditleri

“Yeterince İyi” Kavramının Vaatleri ve Tehditleri

Yeterince İyi Hayat bir motto olarak zihnimde belirmeye başladığında, Winnicott’ın “yeterince iyi anne” kavramsallaştırmasını anlattığı metni aradım. Ne anlattığını kısaca açıklayan bir cümle bularak, sosyal medya hesabımda bir açıklama olarak ona yer vermeyi istiyordum, böylece takipçiler ismin kaynağını aldığı kavramı görüp, yeni ve kişisel çağrışımlara, anlamlara ulaşabilirdi. Kitaplığımın çoğu kutular halinde depoda durduğundan, elimin altındakileri gözden geçirdim, bulamadım. Sonra internette aramaya başladım, kitap ve makaleleri bulmaya çalıştım. Ancak istediğim şeye ulaşamadım. Onun yerine kavramın nasıl anlaşıldığına ilişkin pek çok yazıya denk geldim. Bir süredir bu kavramın “yeterince iyi” kısmını zaten kullanıyordum; kavram çokça üzerinde düşündüğüm bir kavramdı ancak arama motorunun bana sunduğu imkanlar çerçevesinde karşılaştıklarım beni kavramın içinde barındırdığı vaatler kadar tehditler konusunda da düşünmeye itti.

Biraz temkinli bir insan olduğumdan, madem vaatler ve tehditler üzerine yazacağım (ki bunlar benim algıladığım haliyle) yine de bir kaynak taraması yapmanın yararlı olduğunu düşündüm. Kafamda yazının taslağı oluşurken, okumalarımı seçtim ve üzerinden geçtim. Winnicott okumak keyiflidir zaten; çok incelikli ve açıklayıcı bir dili vardır. Kafa kolay karışmaz. Okuduklarımla birlikte kafam karışmadığı gibi, başlangıçta algıladığım şekliyle kavramın kullanımıyla ortaya çıkan vaatler ve tehditler de daha gerçek göründü gözüme.

Şimdi yazmaya başlayacağım şekliyle “yeterince iyi” benim Winnicott’ı anlamam üzerinden gelişecek. Nasio’nun “Jaques Lacan’ın Kuramı Hakkında Beş Ders” kitabında çok sevdiğim bir tanımlaması var, der ki “ben size benim Lacan’ımı anlatacağım”. Ben size benim Winnicott’umu ve benim “yeterince iyi”mi anlatacağım. Bu yazıyı sadece Winnicott anlatmak için yazmıyorum tabi. Umudum ve arzum kavramı genişleterek “Yeterince İyi” altında toplayabileceğimiz – okul, ebeveyn, terapist, terapi, hayat gibi – diğer şeyler hakkında da düşünebilmek. Tabi farklı okumalar ihtimalini hep hatırladığım için yeni düşünme kapıları açmak üzere geribildirimlerden yararlanmayı umuyorum her zamanki gibi.

Winnicott ve “Yeterince İyi Anne” - Vaatler

Bir kavram sadece “bir kavram” mıdır? Winnicott okuyorsanız, kuramını oluştururken bir kavramı sunmadan önce, daha önce yazdıklarında ona dair bir şeyler söylemiş olduğunu görürsünüz. Yani önceki bir kavramsallaştırma ve kuramsal zemin, sonrakine hazırlık gibidir. O yeni şeyi önceden düşünmüştür, tohumunu ekmiştir ve tohumun izini sürebilmeniz için de işaret bırakmıştır. Ardından bu tohumun onun içinde bir çiçeğe, meyveye dönüşmesi, bir sonraki yazısına yansımasını izlersiniz. Onu da bulmanızı sağlar ve bundan elde ettiği tohumları, meyveyi sunduğu yazısına ekerek, yeni meyveyi/çiçeği beklerken bulursunuz kendinizi. Dolayısıyla okurken, birbirleri ile hiç bağlantısı yokmuş gibi görünen makalelerden geçtim ve her birinde kuramını oya gibi işlediğini izlemenin keyfine vardım.

Söz konusu kavram “yeterince iyi anne"… Winnicott “yeterince iyi anne” kavramını sunmadan önce, “sıradan fedakar anne”den, “kolaylaştırıcı çevre”den bahseder.  Hikaye 1941 tarihli “Bebeklerin Düzenlenmiş Ortamda Gözlemlenmesi” yazısıyla başlar, ilk yazımı 1963 yılında gerçekleşen ve 1971 yılında ölene kadar üzerinde çalışmaya devam ettiği “Çöküş Korkusu” makalesine kadar devam eder. Yapmaya çalıştığı şeyin kavramın öneminin anlaşılması kadar sınırlıkları ve uygulanabilirlikleri açısından da değerlendirilmesine özen göstermek olduğuna inanmak istiyorum. Peki, döne döne anlattığı bu “yeterince iyi” nedir?

Winnicott için “yeterince iyi anne” pek çok açıdan merkezi bir konumdadır. Ancak bu anne her şeyden önce, “sıradan fedakar anne”dir.  Bu anne sıradandır; çünkü özel meziyetlerle donatılmış değildir, ille yüksek eğitimi olması, entelektüel ya da sofistike bir kadın olması gerekmez, bir hiyerarşi içinde yer almasına da gerek yoktur. Onu sıradan yapan şey, her gün karşılaştığımız herhangi bir kadın olmasıdır ancak özel kılan şey “adanma” kapasitesidir. Winnicott bu adanmışlığı “birincil annelik tasası” ile açıklamaya çalışır. Bu kadın, bebeği doğmadan önceki birkaç ay kademeli olarak onun hakkında düşünmeye, ihtiyaç duyabileceği şeyler konusunda artan bir duyarlık göstermeye başlar. Bebeği doğduktan sonraki birkaç hafta (belki ilk bir buçuk ay) bu adanmışlık yoğun bir şekilde devam eder. Bu öyle derin bir adanmışlıktır ki, normal zamanlarda delilik olarak değerlendirilebilir. Ancak özel bir durumda geliştiği ve sonlandığı için delilik olarak adlandırılamaz. Daniel Stern buna “annelik deliliği” der; bebek o kadar savunmasız ve çaresizdir ki, tek başına hayatını sürdürebilmesi imkansızdır ve annenin deliliği onun hayatta kalmasını sağlamak konusunda işe yarar. Bu süreçte Winnicott olayın bir “sembiyoz” olmadığının altını çizer, burada gerçekleşen şey karşılıklı bir bağımlılık ve yararlanma değildir, der. Onun yerine gerçekleşen, kendilik bütünlüğüne ulaşmış bir kişinin (anne), henüz kendiliği oluşmamış bir diğeri ile “özdeşleşebilmesi” ve diğerinin (bebek) de bu duruma bağımlı olmasıdır ve bununla birlikte bu bağımlı olma durumu sadece “anne” tarafından bilinir. Anne bu “bedensel ihtiyaçlar” (Winnicott bu süreçte bir içgüdü ya da dürtü tanımlaması yapmaz) hakkında fikir sahibi olabilmek ve bebeğe bu ihtiyaçları kendi kendine karşılayabildiği (omnipotans – tüm güçlülük) yanılgısını yaşatabilmek için bebekle özdeşleşir, bebeği de bu özdeşleşme yoluyla deneyiminin bir yanılgı olduğunu bilmez. Der ki, “anne, memeyi tam bebeğin istediği zaman, istediği yere konumlayarak bu yanılgıyı gerçekleştirir”. Bebek belli bir yapı, gelişimsel eğilimler, kendiliğinden hareketler gibi potansiyellere sahiptir ve sıradan fedakar anne tutumuyla önce bebeğin yapısının ortaya çıkmasına ardından gelişimsel eğilimlerini ortaya koymasına, kendiliğinden hareketleri deneyimlemesine ve son olarak da erken dönem duygulara sahip olmasına olanak tanır. Burada annenin adanmışlığının kısa bir süre sürmesi gerekliliğini vurgulamak önemli, çünkü ancak “yeterince sağlıklı” bir anne bu duruma kendini bırakabildiği gibi bundan çıkabilir de. Hatta Winnicott’a göre anne bundan çıkmaz, onu bebeği bu durumdan kurtarır ve anne de buna izin verir. Bu süreçte bebek deneyimlenen eksikleri “annenin” eksikleri olarak algılamaz, çünkü anneyle bebeğin tek bir beden gibi sürdürdüğü yaşantı hala devam etmektedir, dolayısıyla henüz ortada ne bir “bebek” ne de bebeğin algıladığı farklılaşmış bir “anne” vardır. Anne bebeğin bedensel/duyusal ihtiyaçlarının ortaya her çıkışında bebeğin “varoluş sürekliliğinin” bozulmaması için oradadır çünkü.

Şimdi karmaşık bir konuya girmeye çalışacağım… Winnicott’un “being - olmak” diye tanımladığı bir şeye. Winnicott’a göre başlangıçta bebek yoktur; daha doğrusu öyle bir durum içindedir ki var oluşunun farkındalığına sahip değildir, “not being” konumunda bulunur ve bu konum büyük yaşamsal potansiyel ile doludur. Doğum bu konumun ilk bozulduğu zamandır denilebilir, bebek ilk defa kendine ait bir bedene sahip olur ve annenin bedeninden çıkmasıyla ihtiyaçlar görünür olur, “olma” haline geçer. Olmadan, ben olmaya doğru bir süreç başlar ve bu süreçte, bebeğin varoluşsal sürekliliği yoğun tehdit altında kalırsa, bu tehdit sık sık gerçekleşir ve bebeğin varoluş sürekliliği yara alırsa o zaman ruhsallıkta hep o ilk “olmama” durumuna geri dönmeyi arzulayan, “çöküş korkusu” olarak adlandırılan, hatırlanamayan, izi sürülemeyen bir yara ortaya çıkar. Bu yara, olmama haline geri dönmeyi arzular, çünkü tekrar olma haline geçme ve yaşama baştan yatırım yapma şansına sahip olan bir ruhsal çekirdek oluşur. Eğer anne birincil annelik tasasına sahipse bebeğin ihtiyaçları ile özdeşleştiğinden, bebeğe tüm güçlülüğü yaşatarak bu olma halinin bozulmamasını, bebeğin “varoluşsal sürekliliğinin” zedelenmemesini sağlar. Ancak bu şekilde bebek gelişimsel eğilimlerini, kendiliğinden hareketlerini ve ilk duygularını ortaya çıkarabilir. Ve bu sayede gerilim anlarının geçici olduğunu, bunun bir süreç olduğunu deneyimleyebilir. Bu süreç de bir olgunlaşma süreci olarak tanımlanabilir, bebek “olmaktan”, “ben olmaya” doğru yol alır. Ama hala gerçekleşmesi beklenen bir şey vardır; anne adanmışlığını/özdeşleşmesini bebeğinin olgunlaşma potansiyeline bağlı olarak kademeli bir şekilde “bozmaya” başlamalı, bazı eksikler, engellemeler ve hatalar yapabilmelidir. İlk engellenme deneyimiyle anne, birincil annelik tasasını geride bırakarak, “yeterince iyi bir anne” daha doğrusu bebeğin bütünlük içinde algıladığı şekliyle “yeterince iyi bir çevre” oluşturur, bebek bu noktada nesnesini yani “anneyi” yaratır. Freud “nesne nefretten doğar” der… Anne engelleme yaratmazsa bebek nasıl nefret ile tanışabilir? Bu nefret olmazsa dış gerçeklik ve öteki ile nasıl karşılaşır? Ve ilk nefret, bebeğin nefreti midir? 

Burada çok tartışmalı olabilecek bir konuya girmem gerekiyor; annenin bebeğine nefreti… Bizimki gibi annenin kutsallığının her şeyin önünde olduğu, ona atfedilen sıfatların sadece sevgi, güzellik ve iyilikle çerçevelendiği ve buna paralel olarak da beklentinin (hem anne olunması gerekliliği, hem de iyi bir anne olunması gerekliliği) çok yüksek olduğu bir toplumda bunu tartışmak o kadar kolay değil. Muhtemelen bunu tartıştığı makalesi “Karşı Aktarımda Nefret”, sadece psikoterapistler için önemli bir kaynak olarak anılıyor oysa birincil annelik tasasını yaşayan ve ardından bundan çıkarak yeterince iyi bir anne olmaya doğru ilerleyen, anne olarak bebek tarafından yaratılan ve anne olmayı bebeğiyle öğrenen her kadın bebeğinden nefret eder. Bu nefret bilinçdışıdır, ancak annenin bebeğin bilmeden gerçekleştirdiği tüm yıkıcılığa öfke ile tepki vermesinin önüne geçen şey bu nefretle birlikte var olan sevme becerisidir ve bu da kadını yeterince iyi anne olmaya götüren şeydir. “Biraz uyusan da ben bir kahve içsem”, “bu kaçıncı bez değiştirme” ve hatta daha öncesi “ne zaman doğacaksın artık, seni taşımaktan çok yoruldum”, “ay bu doğum benim bedenimi çok bozacak şimdi”, “of, doğduğu zaman bütün hayatım değişmek zorunda kalacak”, “inşallah kardeşime benzemezsin” gibi tüm söylemlerde annenin bebeğine duyduğu nefretin izlerini bulabiliriz. Çünkü bebek annenin kendi öz ürünü değildir, onu yapmak için birine ihtiyaç duymuştur ki bu onun eksikliğini hatırlatır, daha oluştuğu an itibarıyla bedeni için tehdittir, doğduğunda çok çaresizdir ve onun bakımına mutlak olarak ihtiyaç duyar, hayatını değiştirir ve Winnicott’un saydığı daha pek çok nedenden dolayı nefret edilmesi normaldir. Bu nefret, yeterince sağlıklı bir annenin ruhsallığının doğal bir parçasıdır da… Bu nefreti işleyebilen bir anne, bebeğini tanımanın, ihtiyaçlarını öngörmenin peşine düşer, gelişiminden keyif alabilir ve bu gelişim/olgunlaşmayı kademeli olarak bebeğin lehine çevirebilir. Bunu, bebeğin nefret edebilmeyi başarabilmesi için kullanabileceği bir araç gibi de düşünebiliriz. Nefreti işleyebilmesini kolaylaştıran şey ise ona bu kadar zulmeden bu “küçük canavara” sadece kötü davranmaması değildir, aynı ölçüde belki de hiç gelmeyecek ödülleri umut etmeyi de başarabilmesidir. “Nefretin farkında olmak”, der Winnicott, “kişinin tepkilerini yönetebilmesini sağlayan bir kaldıraç gibidir”. Bu sayede bebeğinin kaygı duyabileceği, çatışma yaşayabileceği, doyuma ulaşabileceği bir çevre, kendisinden nefret edebileceği engellemeler yaratabilir ve ancak ortada hem nefret edebileceğiniz hem de sevebileceğiniz bir şey varsa “gerçek” olduğunu bilirsiniz.

Bu kademeli engellemeler hep bebeğin zamanına, olgunluğuna, deneyimine uygun olmalıdır; dolayısıyla anne özdeşleşmesini de kademeli olarak bozar. “Çöküş Korkusu” makalesini inceleyen Sara Kolker şöyle der, “her bebeğin kendi iç zamanı vardır; bu kişisel zaman bebeğin kalıtsal donanımıyla, annenin derin doğası arasındaki birliğin bir ürünüdür. Bu bebek açısından kişiliğini oluşturan iki etkenin – kalıtım ve çevre – kaynaştığı noktadır”. Yeterince iyi bir annenin alameti farikası, bu iç zamanı takip edebilme becerisidir. Ancak bu şekilde bebeğine özgü, onun katlanabileceği şekilde, sürede ve şiddette engellemeler, hatalar, eksikler ve yetersizlikler ortaya koyabilir. Bunun bir diğer önemi “beden bebeğin”, ruhsallığa sahip olmasının, özdeşleşme gerçekleştirebilecek kapasiteye erişebilmesinin – ki bu ilerleyen dönemlerde empatiye doğru evrilecektir – ve nihayetinde bir zihne/zihinsel işlevselliğe erişebilmesinin de yolunu açmaktır. Bion, Winnicott’un tam aksi tarafından, bebek açısından düşünme becerisi/zihinsel işlevsellik kuramını geliştirmiş olsa da ikisi de temelde aynı şeyden bahsediyor gibidir; düşünme ancak boşluktan doğabilir. Winnicott’a göre yeterince iyi anne, bu boşlukları yaratır; bebek kendi kendine kalabildiği zaman dış gerçeklikle temas edebilir ve bu temas sırasında kendi algısal gerçekliği ile dış gerçekliği test edebilir. Nesne/öteki/anne, özne bebek için engellemeler yarattığı zaman bebek kendine ait ihtiyaçları olduğunu ve bunun dış gerçeklikte o olmayan biri tarafından karşılandığını deneyimleyebilir. Bu ancak varoluş sürekliliği oluşturulduktan sonra sağlıklı bir gelişim olarak düşünülebilir. Engelleyici deneyimlerin dışarıdan geldiklerini algılaması, bunu düzenleyen ve onu yatıştıran birinin varlığı, bu kişinin yokluğunda buna belli bir süre katlanabilmesi ve katlandıkça bu sürenin artması, sürecin inişli çıkışlı/başlangıçlı sonlu doğası, sakinleşebilmek için yöntemler üretebilmesi (düşlemleri, düşünceleri, geçiş olguları ve nesneleri gibi), iç ve dışın, bugünün ve yarının, zamanın ve kendiliğin bütünlüklülüğünün deneyimlenmesi sırayla ve hep yeterince iyi annenin işlevselliğindeki azalmalar yoluyla mümkün olabilir.

Bir kendilik çekirdeği oluştuktan sonra, katlanılması mümkün olmayan uzun süren engellemeler ruhsal-bedenin karşısında çok fazla işleyen zihnin ve kendine yeten bir bebeğin; hiç engellenmeme ve dış gerçekliğin sürekli bozulması, omnipotant/tüm güçlülük yanılsamasının bozulmaması ise zihinsiz/mental işlev gerektirmeyen bir ruhsal-bedenin gelişmesine neden olur. Kademeli olarak artacak başa çıkma, engellenme toleransı ve mental kapasiteyi zorlayan durumlarda diğer olasılıklar, hayal gücünün ketlenmesi, beden duyumlarına aşırı yaslanma ya da gerçek kendiliğin tehdit altında olduğu endişesiyle sahte bir kendilik geliştirme olabilir…

Bebek ona yeterince iyi, kolaylaştırıcı bir çevre sağlayan yeterince iyi bir annenin varlığında güvenli bir çekirdek oluşturur. Bu çekirdek varoluşunun tehdit altında olmadığını, kendi olmanın keyif veren bir şey olduğunu ve güvenli bir öteki etrafındayken “kendi başına kalabileceğini” ve bunun da keyif veren bir deneyim olduğunu hissettirir. Bu deneyim, sürekli ve güvenilir bir nesne/anne algısına erişim yoluyla, zarar görmeyeceğine dair olumlu bir duygusal deneyim sayesinde gerçekleşebilir. Birincil yaratıcılıktan sonraki yaratıcı deneyimlere, oyun oynama kapasitesinden simgesel düşünebilme becerisine ve memeden kesilmeyi de içerecek şekilde tüm engellemelere katlanabilmenin ve bunlar içinden daha gelişmiş bir kendilik ile çıkabilmenin yolu, yeterince sağlıklı, kendi duygularının farkında olup onları dönüştürme çabasında olan, birincil annelik tasası ile önce bebeğine kendini adayabilen ve ardından kademeli olarak kendini geçersiz kılan yeterince iyi bir anne sayesinde gerçekleşebilir.

Bu durumda yeterince iyi kavramının temel vaadi, doğalında zaten gelişmesi mümkün olan, hem annenin kendi içsel ritmini anlayıp bildiği, hem de bebeğin içsel ritmini anlamak üzere çaba gösterip ona tam uyumlandığı durumda, gelişimin de kaçınılmaz olarak çocuğun en yüksek yararına seyredeceği şeklindedir. Ve vaat, “doğal” olana bir vurgu üzerine de inşa edilmiş görülebilir.

Peki, Ya Tehditler?

Buraya kadar yeterince iyi bir annenin “mükemmelliğinden” ve merkezi konumundan bahsettik. Kavram sonsuz bir gelişim potansiyeli sunma vaadiyle donatılmış gibi ve annenin işi çok zor görünüyor… Bir kadın, anne olmaya hazırlanırken yeterince sağlıklı olduğunu, ruhsallığının işleyişi ve duygularının farkında olduğunu, birincil annelik tasasını geliştirdiğini, bebeğini tanıdığını ve nihayetinde “yeterince iyi bir anne” olabildiğini nasıl anlayabilir? Winnicott tüm kuram boyunca bu vaatleri sıralıyor ama “nasıl” olunacağına dair bir formül vermiyor. Hele hele günümüz annelik ve kadınlık nosyonları, algıları hakkında düşününce, sıradan ve yeterince iyi olmak hiç cazip görünmezken bir anne adayına/anneye bu yolda eşlik etmek pek kolay değil gibi.

Bana öyle geliyor ki Winnicott’un amacı anneye fazladan bir yük yüklemek değil aslında; yani okudukça onu algılayışımda beceriksiz anneliği eleştirip duran birinden, “aslında annenin işi zaten çok zor: ey ruh sağlığı uzmanları, pediatristler, kadın doğumcular; ey kıymetli baba, anneanne, teyzeler dayılar ve tabii ki kademe kademe genişleyerek tüm toplum… Bu konuda bize düşen iş çok, anneye yardım edelim” diyen birine dönüştü. Ya da onu böyle bir şey derken hayal etmek hoşuma gidiyor… Sanırım tüm bu kuramsal çerçeveyi hazırlarken bu durumun annenin omuzlarına yüklenecek fazladan bir iş yükü olmasını düşlemedi, nihayetinde “bir dakika, bebek bebek diyorsunuz da, ortada bir de anne var” diyen ilk kişi de o. Yani tam böyle demiyor tabi, bu benim hayalimde konuşan Winnicott, o daha çok şöyle diyor “ tek başına bebek diye bir şey yoktur”… Dolayısıyla bizim anne hakkında daha çok konuşuyor olmamız lazım ancak bu konuşmayı annenin ne yapması, nasıl olması gerektiği ekseninden çıkarıp,  annenin bu zorlu işi yeterince iyi götürebilmesi ve doğal ritmini bulabilmesi için, onun için ne yapabileceğimizi konuşmaya başlamamız gerekiyor. Sanırım bu konudaki en büyük tehdit, anneyi yalnızlaştıran ve tüm işi ondan bekleyen bu anlayışı görmezden gelmemiz ve/ya normalleştirmemiz. Yazının konusu bu değil tabi ama belki artık üzerinde düşünmeye başlamamız gereken konu, anneye yetersizlik, yanlışlık ve yalnızlık hissettirmeden, yardımcı olmak için ne yapılması gerektiğidir.

Bir başka tehdit, yeterince iyi bir annenin sadece biyolojik anne olması gerekliliğine ilişkin algıdır. Psikanalizden biliyoruz ki ruhsallığımızın kadınsı ve erkeksi parçaları olduğu kadar, özdeşleşmelerle gelişen annesel ve babasal taraflarımız da var. Konunun bir kısmı bunun yadsınıp yadsınmadığı ile ilgili elbette ancak yazının konusu bu değil ve bu tehdit kendi başına varlığıyla, sonrasında oldukça saldırgan bir söyleme dönüşüyor. “Yeterince iyi bir anne” olmanın yüküyle donanmış biyolojik anneler, bundan kaynaklanan beklentilerin hepsini “mükemmel bir şekilde” karşılama uğraşının verdiği gerilimle oldukça saldırganlaşabiliyor. Ve şöyle şeyler duyabiliyoruz: “anne olunca anlarsın”, “sizin çocuğunuz var mı; yoksa anlayamazsınız”, “ben anneyim, beni anlayamazsınız”, “tabi evlat edinmek de güzel ama bir doğurmak değil yani” ya da “a evet evde evcil bir hayvana bakmak da çok şefkatli bir iş ama anneliğin yerini hiçbir şey tutamaz”. Hayır, yanlış anlaşılmak istemem; niyetim annelere tekrar “beceriksiz ve yetersiz” damgası yapıştırmak ve onları suçlamak değil. Daha çok bütün bu beklentiyi, kendi arzularımızı ve endişelerimizi onların üzerine boca ettiğimizde onları nasıl savunmasız, kırılgan, kendileri hakkında düşünemez ve dolayısıyla saldırgan hale getirdiğimizi anlatmaya çalışıyorum. Oysa Winnicott kendi bile birincil annelik tasasından bahsederken bebeği karnında büyüyen bir kadının “yeterince iyi” konumuna daha kolay erişeceği düşünülse de başka birilerinin de bu potansiyele kolaylıkla erişebileceğini, kadın olmanın bile gerekmediğini, hatta meme yerine bir biberonla bile bu işlevselliğin gösterilebileceğini söylüyor. Çünkü nesnenin kendisi ve işlevinden çok, bunun sunulma şekli ve anlamı üzerinde duruyor; meme bir organ değil bir iletişim aracı, memeden kesmek de bir eylemden diğerine geçmek değil bir engellenme sürecinden sağ çıkma deneyimi…

Diğer bir konu annenin, tıpkı bir bebeğin tek başına var olamayacağı gibi, kendi kendine anne olmadığının unutulması; babadan ve anne için kolaylaştırıcı çevreden hiç bahsetmiyor olmak da önemli bir tehdit gibi görünüyor bana. Neden annenin, yeterince iyi işlevsellik göstermesinde babanın rolünü hiç konuşmuyoruz? Anneler kadar kutsal olmadıkları için mi, yoksa “eh işte, erkek sonuçta, anlamaz” olduğu için mi? Ya da sadece zaten anne onu bebeği olsun diye kullandığından, bir kenara fırlatıp attığı için mi? Bu arada fiili bir baba olmak zorunda değil; eşi ölmüş, eşinden ayrılmış ya da alternatif yollarla çocuk sahibi olmuş kadınlar da var. Daha çok şöyle demeye çalışıyorum; bir kadının bebeğiyle özdeşleşebileceği ve bu sayede bebeğini tanıyabileceği, kendini bebeği için var edebileceği o özel zamanda sadece bununla ilgilenebiliyor olma “lüksüne” sahip olması için bir çevre düzenlemesi yaratılması önemlidir. Yani ona, “sen bundan başka hiçbir şey için endişelenme; diğer her şey yolunda ve yolunda kalması için elimden geleni yapacağım” diyen birilerinin varlığı olmazsa, anne faturalar, varsa diğer çocuklar, ekonomik güçlükler, ev işleri ya da işin gerektirdiği tüm streslerle boğuşurken kendini bebeğine adayabilir durumda olamaz diye düşünüyorum.

Ve bir tehdit de normal olmayan gelişimsel her türlü olay… Bebek prematüre ya da bir sağlık sorunu olarak doğabilir, bebeğin beklendiği süreçte büyük bir kayıp yaşanmış olabilir, anne ciddi bir sağlık sorunu (ruhsal ve/ya fiziksel) ile boğuşuyor olabilir ya da gerçekten öngörülemeyen bir stres sürecinden (bkz. Covid-19) geçiliyor olabilir. Annenin yaşadığı, kendi varoluşsal sürekliliğinin bozulacağına ilişkin kaygılar varken elinden gelenin en iyisini yapıyor da olabilir bu arada. Ancak bu tehdit hem anneyi hem de herkesi sarsan bir nitelikte olduğunda işlevselliğini kaybetmiş olabilir. Bu durumda anneyi bebeğine ihtiyacını vermediği için suçlamak nasıl olası olabilir?

Aklıma şimdilik gelen son tehdit ise annenin yeterince sağlam bir ruhsal çekirdeği olsa da her çocuğun aynı içsel zamana sahip olmadığının unutulması diyebilirim. Ve hatta en çok gözden kaçanın ve en zorlayıcı tehdidin bu olduğunu söylemek mümkün. Bu, annenin çocuğuyla ilgili algısı/düşlemi ile ilgili olabileceği gibi biz uzmanların ortalama olarak beklemeleri gerekenleri yazdığımız yazılardan da kaynaklanıyor olabilir. Sonuçta bunun bir kullanma kılavuzu ya da “her bebek neredeyse aynı” gibi algılama eğilimini arttırdığı, özellikle uzmanlaşma/en doğru olanı yapma kaygılarının yüksek olduğu günümüzde “plana uygun” gidildiği duygusunu yaşamak için yaslanılan bir dayanak noktası olması mümkündür. Belki burada hatırlatmanın en yararlı olduğu şey her bebeğin, her annenin ve her bebek anne ikilisinin oluşturduğu ilişkinin ve etkileşimin biricik ve çok özel olduğudur.

Böyle baktığımız zaman daha önce vaat olarak karşımıza çıkan “doğal bir araya gelme” durumunun, bir tehdit gibi geri dönmesi de mümkün görünüyor. Çünkü doğalı kimin tanımladığı, doğal için çaba harcanıp harcanmaması gerektiği, örneğin iki doğal arasındaki farkın hangisinin yeterince iyi olana daha yakın olduğu gibi kaygılar yaratıyor. Belki de burada hareket olanaklarını en çok zorlayanın bu kaygı olduğunu söyleyebilirim. Nihayetinde bu kaygı, kaygıyı deneyimleme şeklimize bağlı olarak kendi iç ritmimizi bulmamızın önüne fazlasıyla geçiyor olabilir. Zira günümüz insanı iç ritmini duyma konusunda çok fazla becerikli değil maalesef; hep kendi ihtiyaçlarımızdan önce “en iyi” olanı ve “sıradan olmayanı” bulma eğilimimiz kendi iç ritmimizi bile duyamazken, bir başkasının iç ritmine uyumlanmamızın önünde koca bir duvar gibi görünüyor bana.

“Yeterince İyi” Mümkün mü?

Yazıma başlarken Winnicott’dan bu kadar bahsedeceğimi düşünmemiştim, bana da sürpriz oldu. Daha önce dediğim gibi bu yazı, “yeterince iyi” diye kavramsallaştırdığımız deneyimi, diğer deneyimlere de genişletebilir miyiz sorusu ve “yeterince iyi”ye yönelmemize neden olan algıladığımız vaatler kadar bu algımızın bizi düşüreceği tuzaklar da var mı üzerine…  Ama bu kadar yeterince iyi anne ve Winnicott anlattıktan sonra ben de buraya doğru nasıl ilerleyeceğimi merak ediyorum açıkçası.

Aklıma ilk gelen yeterince iyi dediğimizde bir şeyin yine de “iyi” olmasına dair vurgunun varlığı. Bir arkadaşımla bundan seneler önce bu kavramı tartışıyorduk; onun zihninde yeterince iyi annenin, hayal kırıklığı deneyimi yaşatan bir anne olamayacağını gördüğümde yaşadığım şaşkınlık dün gibi. Aslında bunu anlattığım her yerde aşağı yukarı bu “iyi olmak” gerekliliği algısıyla karşılaşıyorum. Bu da beni acaba “yeterince iyi” demek yerine ne diyebiliriz diye düşünmeye itiyor. Psikanalist Türkay Demir, “yeterince iyi” demek yerine “kararında” demeyi tercih ettiğini söyler. Bu bana çok doğru geliyor; yeterince iyi bir eksikliği göz ardı eder gibi bir tınıya sahip sanki ve “kararında” dediğimizde bir eksikliğe, hataya, yetersizliğe de içimizde yer açabiliyoruz gibi. Konu kültürel/dilsel bir mesele olabilir, çünkü orada takıldığımız yer sadece “yeterince” kelimesini gözden kaçırıyor oluşumuz – ki böyle söylediğimizde hala olası eksikliklere katlanabilir bir ruh halimiz olabiliyor - . “Yeterince iyi” dediğimiz an sanki bu “olabildiği kadar” kısmını atlayarak “iyi olması gerekli” kısmıyla ilgilenir hale geliyoruz. Oysa bizim dilimizde “tam kararında”, “kıvamında” gibi tanımlamalar var ve biz bunun yapılması gereken şeyler yapılmış, olamayacak olanlar kabul edilmiş ve hayata devam edilmiş gibi anlama sahip olduğunda hem fikiriz -umarım- . Hatta çok sevdiğim bir “kulak memesi kıvamında” tanımlamamız var, hamur böyle olacak denmişse şöyle bir kulağımıza dokunarak kontrol ediyoruz ve ona en yakın doku/yapıda tutmaya çalışıyoruz çünkü aynısının/beklenenin birebir olamayacağını kabul ediyoruz peşinen. Bu yüzden her “yeterince iyi” kullandığım yerde ben zihnimde Türkay Bey’in tanımlamasını tutuyorum: “kararında”.

Bu yazıyı yazmayı düşündüğümde ve tabi ki bu kavramsallaştırmayı kullanmaya karar verdiğimde, kişisel deneyimlerimin beni buna doğru yönlendirdiğini biliyordum; bir şey hakkında düşünmeye başladığımızda bunun kaçınılmaz olarak bizimle ilgili olduğuna inanıyorum. “Yeterince iyi”, diyordum kendi kendime, “neden bu kadar önemli? Kendine ne anlatmaya çalışıyorsun; özlemini çektiğin bir şeyi mi, içinde olup olmadığını anlamaya çalıştığın bir şeyi mi, yoksa bu iyiyi tanımlarken kafanın nasıl karışık olduğunu mu?”. Sorular sormaya başladığınızda bazı şeylerin zihinsel olarak bildiğiniz gibi olmadığını fark ediyorsunuz ve yeni sorular, yeni sorular geliyor.

Kişisel deneyimimden öğrendiğim, kuramsal bilgiyi kişinin kendi kendisine uygulamasının neredeyse imkansız olduğu; bu işi nasıl zihinsel bir yerden yaptığınızı sizinle birlikte yürüyen bir eşlikçinin tuttuğu aynada görmeye başlamak bir dehşet duygusu yaratabilir. Konu şu; yeterince iyiyi konuşur, tartışır ve öğretirken, ruhsal olarak içine nasıl yerleşebilir, içinize nasıl yerleştirebilirsiniz?

Yukarıda “yeterince iyi” ile ilgili anlattığım o kadar şeyin içinde belki en önemli kelimeler “eksiklik”, “hayal kırıklığı”, “kişisel içsel ritim/zaman” ve “doğal”… Çoğunluğunu gündelik dilimizde sık sık kullanıyoruz. Ancak kim tanımlıyor bunları? Bu kelimeler üzerinden bile düşününce, modern insanın yeterince iyi ile arasının pek iyi olmadığını fark etmek zor değil. Değil yeterince iyi bir anne olmaya, yeterince iyi bir yemek yapmaya bile tahammülümüz yok; yemek çok iyi olmalı, giydiğimiz çok iyi olmalı, görüntümüz, konuşmamız hepsi çok iyi olmalı ve sıradan görünmemeli, kokmamalı. En iyi terapiste gidip en iyi bakımı almalı, en iyi yazıyı yazıp en iyi partneri bulmalıyız. Çünkü sıradan ya da yeterince iyi olanın bize eksikliği hatırlatacağını biliyoruz ve bu karşılaşmanın bizim için hayal kırıklığı ile sonuçlanacağını da. Bu sadece ötekilerin/nesnelerin eksikliği ile sınırlı olsa belki hayal kırıklığımız katlanılabilir olur. Ama her eksiklik, kendi eksiklik ve yetersizliklerimizi hatırlatıyor bize; asıl katlanamadığımız da bu, baş edemediğimiz hayal kırıklığı kendimizle ilgili olan. Bu nerde, ne zaman başladı bilmiyorum; doğamızın bir parçası mı yoksa bilmeye olan tutkumuz, kendi travmatik deneyimlerimizin bize öğrettikleri ya da günümüz yaşam koşullarının zorlamasıyla mı, söylemesi çok zor ama kendi içsel zamanımız ve ritmimizden çok fazla uzaklaşmış durumdayız. Kendi doğalımızı, öznel doğalımızı hatırlamaz durumdayız ve doğal olan için bile reçeteler peşindeyiz. Bizim için yeterince iyi olanı, başkalarının tanımladığı bir hayattan geçiyoruz, kimse bize öznel deneyimizi sormuyor; biz kendimiz kendimize öznel deneyimimizi, ihtiyaçlarımızı sormuyoruz… Bizim kim olduğumuzla ilgili  -ki bu da tartışmalı bir mesele; kim olduğumuzu nasıl biliriz,  kim olduğumuzu çarpıtan biz miyiz yoksa ötekilerin zihinleri mi bizi istedikleri gibi tanımlıyor- fikirlerden yola çıkarak bazı “yeterince iyi” fikirler sunuluyor bize ve biz de galiba kendimize çok yabancı olduğumuzdan bunları, gerçekten bize uygun olup olmadığını sorgulamadan satın alıyoruz. Sonra bu yeterince iyi kisvesi altında, bize hiç uymayan giysilerin içine nasıl sığacağımızı, onunla nasıl görüneceğimizi düşünüp daha çok, daha çok çabalayıp, endişeleniyoruz.

Yeterince iyi mümkün mü? İmkansız değil, ama zor gibi geliyor… Öznel yeterince iyiler arasındaki farkları görüp, buna yüreğimizi açmadan olmayacak gibi. Yeterince iyi, günümüzde mükemmel olmaya giden bir vaat olarak sunuluyor; beş adımda nasıl yeterince iyi olabileceğimizi okuyabiliriz bir yerlerde, birileri kendi yeterince iyimizi algılayışımızın sorunlu olduğunu ve bu yeterince iyinin geliştirilebileceğini söyleyebilir. Bu vaade inanmak istiyoruz; çünkü biz de içsel zamanlarını, doğallarını kaybetmiş kayıp ruhsal-bedenler olarak varlığımızı sürdürüyoruz. Çoğunlukla ya çok zihinle ya da yok zihinle… Bu bir vaat ve okuduğumuz her kitapta, öğrendiğimiz her kavramda, yaşadığımız her deneyimde yeterince iyinin, “daha iyi olan” olduğuna inanmadan edemiyoruz. Bu bir vaat ve en büyük tehdit de her gün bunun doğal, öznel, eksikli ve üzücü bir deneyim olduğunu unutmayı, her “yeterince iyi” dediğimizde “daha iyisi, en iyisi” fikrine yönelmeyi seçtiğimiz o vaat oluşundan kaynaklanıyor. Şeytanın en büyük numarasının, kendinin var olmadığına inandırmak olduğunu söylerler… İçinde yaşadığımız, boyunduruğu altına girdiğimiz ve hep daha iyisini düşlemlememize neden olan bu vaat de bizi bir tehdidin olmadığına inandırmış durumda. O yüzden durup kendimize soramıyoruz: ben kimim, ne istiyorum, bu istediklerimin hepsine ulaşamadığımda ne yaşayacağım, benim yeterince iyim ne, hangi eksikle baş etmekte güçlük çekiyorum, benim için tanımlanan ama beni aslında tanımlamayan yeterince iyiye inanmayı neden seçiyorum ve bütün bunları niye yapıyorum? Bütün bunlar, neyi düşünmemek için ısrarla tutunduğum şeyler?

Bunu vaat giysileri kuşanmış bir tehdit gibi düşününce diğer deneyim alanlarının yeterince iyi olması olası görünmüyor tabi: bir aile, okul, öğretmen, terapi, terapist ve hayat nasıl olur da yeterince iyi olarak içimize sinebilir? Özellikle öznel deneyimin doğası ve kişisel içsel zamana vurgu yaptığımızda aile, okul, iş yeri gibi çoklu öznelliklerin olduğu yerde bunu düşünmek iyice zorlaşıyor. Ebeveyn, terapi sürecinden geçen biri, bir ilişki ve hatta terapist bile, bunlara nazaran “yeterince iyi” olarak daha kolay algılanabilir ve deneyimlenebilir bile; çünkü iki kişilik bir dansta nesne ile nefret ve sevgi ilişkisini kurmak ve dolayısıyla gerçeklikle temas etmek nispeten daha kolay. Kaldı ki Winnicott da ebeveynliğe ve terapist olmaya ilişkin pek çok vurgu yapıyor, yeterince iyi olma bağlamında.

Bana göre, çoklu öznelliği barındıran sistemler de yeterince iyi olabilir; burada kullandığım yeterince iyi daha çok “kararında” olmak ki bu da kararında kalabilmeye katlanabilmekle ilgili. Yani aşırı rekabetçi ya da farklılaşmaya, özel olmaya fazlasıyla vurgu yapan bir sistemin kendini kararında bir noktaya getirebilmesi zor görünüyor. Bu kararında, bir “ortalama” ya da “vasat” değil, bunu söylemekte yarar var… Daha çok “farkındalığı yüksek”, “kendisi”, “hedefleri”, “ihtiyaçları”, “arzuları”, “bileşenleri”, “eylemleri”, “hayal kırıklıkları” ve “barındırdığı ruhsallık” hakkında düşünmeye hazır ve istekli demek doğru olur. Ve evet inanıyorum ki yeterince iyinin, “daha iyisi, en iyisi” olarak algılanmasından vazgeçildiği an itibariyle bu mümkün.

Ben yeterince iyiye inanmayı seçiyorum, kendi yeterince iyimi bulma yolculuğunun içinde kalmaya çalışıyorum. Kendi içsel ritim ve zamanımı, katlanamadığım eksikleri, bunlarla ne yapacağımı, hayal kırıklıklarını nasıl karşılayacağımı ve kendi doğalımı araştırmanın peşine düştüm. Vaat maskesini takmış tehdidin gözüne bakmaya çalışıyorum. Hala bazı durumlarda beni kandırabileceğini kabul ediyorum.  Galiba bütün bu yazı da kendi içsel yolculuğumun bir haritası… Kolay olmuyor; kendini tanımak o kadar sevimli bir şey değil. Ama artık “zihin” olmayan bir yerde bu tohumun filizlenmesine yüreğimi açabiliyorum ve bu canımı acıtıyor. Kendi yeterince iyi hayatımı bulunca, biliyorum ki bu benim için “mükemmel” bir hayat olacak.

Kaynaklar :

D. W. Winnicott

“Geçiş Nesneleri ve Geçiş Olguları Üzerine” – Oyun ve Gerçeklik (Metis)

“Birincil Annelik Tasası” – Psikanaliz Yazıları 4/ Dürtü (Bağlam)

“Kendi Başına Olma Kapasitesi” – Psikanaliz Yazıları 3/ Yalnızlık (Bağlam)

“Karşıaktarımda Nefret” – Psikanaliz Yazıları 14/ Aktarım Karşıaktarım (Bağlam)                    

“The Observations of Infants in a Set Situation” (*)

“Primitive Emotional Development” (*)

“Mind and Its Relation to the Psyche-Soma” (*)

  “Fear of Breakdown” (*)

  (*) Reading Winnicott -  Edited by Lesley Caldwell and Angela Joyce (Routledge) / The New Library of Psychoanalysis – Teaching Series

Daniel Stern, Nadia Bruschweiler Stern;      Bir Annenin Doğuşu  - (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları)

Sara Kolker ;     “Çöküş Korkusu Üzerine Bir Çalışma” – (yayınlanmamış) -  İstanbul Psikanaliz Derneği Etkinliği

 Türkay Demir;   “Anne-Çocuk Oyunları: Duygulanımın Doğuşu ve Sonrası" - Ruhsallığın Merkezine Seyahat (Bağlam)

Alakalı Gönderiler

  • Burada gönderi yok